Yıllar içerisinde yazdığım bazı metinler
Yıllar içerisinde yazdığım bazı metinler
Bu anlatacağım olaylar birkaç senemin özetidir. Aslında tüm olay, sıcak sevimli aileme yeni bir bireyin katılmasıyla başladı. Başlarda çok mutluydum, kendime yeni bir arkadaş geliyor diye seviniyordum. Bütün günüm onunla geçecek, beraber top oynayacağız, birisi bize bulaştığı zaman beraber halledeceğiz, tek kişi değil de iki vücutta tek yürek olacağız diye düşünüyordum. Hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Geldiği gibi en sevdiğimi, annemi elimden aldı. Her gün okuldan gelince "Günün nasıldı?" diye soran annem beni hiç umursamaz oldu. Önümüzdeki yıllarda vaktimin çoğunu geçirdiğim televizyonu da elimden aldı. Tam en sevdiğim dizi başlayacak, bebek ağlamaya başlıyor. Ben de sıkılmaktansa ders çalışayım bari dedim ve kendimi derslerime verdim. Bütün yazılılardan yüksek alıyor, deneme sınavlarından birinci, en kötü ikinci oluyordum.
Hatta hiç unutmam, bir seferinde tüm Samsun'daki okullarda yapılan bir deneme sınavında okulda birinci, şehirde beşinci olmuştum. Sınav sonucumu aldıktan sonra koşarak eve gittim. Zili çılgınlar gibi çalıyorum, içimden "Aç aç aç" diye tezahürat yapıyorum. Annem kapıyı açtı, kağıdı heyecanla göstermeye çalışıyorum. Annem, "Beğendin mi yaptığını, Beril uyandı işte," dedi. Ben tebrik edileceğimi bekliyorken azar işittim. Annemden yediğim azar sonucu, hazır Beril de piyasada yokken televizyon izleyeyim dedim. Bu sefer de "Kıs şunun sesini," diye geldi. Sonra aklıma babam geldi, işten gelmesini beklemeye başladım. Yaklaşık iki saat sonra babacığım geldi, içimde bir umutla kapıya koştum. Babam, "Naber oğlum?" dedi, içeri girdi. Kısık sesle "İyiyim," dedim ama zaten babamın umurunda değildi, cevabımı beklemeden tuvalete yöneldi. Ben de kendimi avutuyorum, sıkışmıştır, birazdan çıkacak, sınav sonucumu göstereceğim, o kadar mutlu olacak ki beni havaya kaldırıp "Aferin oğlum, seninle gurur duyuyorum," diyecek. Tuvaletin önünde heyecanla bekliyorum. O sırada annem mutfağa doğru gitti. Babam tuvaletten çıktı, "Baba bak, baba," diye bağırıyorum. Ama babam mutfağa gitti, "Ne yemek var tatlım?" dedi. Ben hala kendimi avutuyorum, çok acıkmış, yemekten sonra benimle ilgilenecek diyorum kendi kendime. Babam yemeğini bitirene kadar salonda bekledim. Babam salona geldi, "Baba bak, birinci oldum," diye bağırıyorum. Annem Beril'le içeri girdi. Babam, "Hanimiş benim güzel kızım," diyerek onu kucağına aldı. Ben ne oluyor diye sinirle bakarken Beril bana göz kırptı, sanki "Onlar benim ailem, git buradan," dercesine. Küçük bir bebek olmazsa kesinlikle nispet olsun diye yapıyor diyeceğim. Babam dakikalar sonra Beril'i sonunda bıraktı, kumandayı alıp koltuğa yayıldı. Aldım sınav sonucunu babama uzattım. Sonunda oldu, aldı kağıdı, şimdi tebrik edip öpecek beni diye bekliyorum. Kağıda göz ucuyla baktıktan sonra "Aferin oğlum," dedi. Beklediğim kelimeyi duydum ama hiç de hayal ettiğim gibi değildi. Sevinsem mi? Üzülsem mi? bilemedim. Yine kusuru kendimde aradım. Odama gidip, "Neden birinci olmadın aptal?" diye söyleniyorum. Beşinci değil de birinci olsam, kesin daha çok sevinirdi babam dedim. Daha çok çalışmaya başladım, sürekli test çözüyorum. Karşı komşumuz emekli öğretmen Bülent Amca da olmazsa test kitabı alanda yok zaten. Çok başarılı olduğum için beni takdir eden nadir insanlardan. Sonraki ay sınavda Samsun birincisi oldum ama artık takdir beklemiyorum, zaten alamıyorum. Aslında tek istediğim ailemin beni fark etmesi.
Okul kapandı, tatil başladı. O kadar ders çalışmaya vermiştim ki kendimi, yaz gelince koskoca üç aylık bir boşluğa düşmüştüm. Hiç arkadaşım da yoktu zaten. Vaktimin çoğunu Bülent Amca'nın saçma askerlik ve okul anılarını dinlemekle geçiriyorum. Bir gün evde yine sıcaktan bayılmış sıkılmaktayken beklenen sesi duydum. Annem beni çağırdı. Nasıl koştuysam kapı koluna tişörtüm takılmış, kol kısmı yırtılmış. Neyse, gittim annemin yanına. Tamamen odaklanmış şekilde annemi dinliyorum. Annem, "Almanya'dan dayın geliyor, odanı topla, onların yanında da fazla yaramazlık yapma," dedi. Anlamıyorum, sanki çok yaramazım ve odam da çok dağınık. Eğer lanet Beril'den vakit bulup odama girseydi, ne kadar düzgün olduğunu görürdü. Sonunda kapı zilini duydum. Yüzünü az çok anımsadığım dayımın sesini duydum. İçeri girer girmez, "Nerede benim yeğenim?" dedi. Odamda heyecanla saçma bir şekilde "Burada," diye bağırdım ve koşmaya başladım. Dayım yüzüme bile bakmadan Beril'in yanına gitti. Ben yine köşede kendimi avuturken dayım yanıma geldi, "Naber şampiyon?" dedi. O kadar heyecanlandım ki boğazım düğümlendi, "İğk, yuik, çuğuk, höyk," gibi sesler çıkardım. Gözüm seğirmeye başladı. Dayım anneme neler oluyor dercesine baktı. Annem sanki maalesef dercesine dayıma baktı. Derin bir sessizliğin ardından annem, "Hadi odanızı göstereyim, siz yol yorgunusunuzdur," dedi. Dayım, "Dur, daha hediyelere bakmadınız," dedi. Koca valizi sürükleyerek getirdi, açtı, içi ağzına kadar dolu; içkiler, çikolatalar, birkaç kutu. Heyecanla hediyemi beklemeye başladım. Dayım, sanki bir satıcı gibi kutulardan birisini aldı. O garip aksanıyla bir şeyler anlattı, sanırsam telsiz telefonmuş. Hemen televizyon ünitesinin üstüne kurdu. Cebinden cep telefonunu çıkardı, ev telefonunu çaldırdı, hala satıcı gibi özelliklerini saymaya devam ediyor. Yeter artık hediyemi verin bana diye bağırasım geldi ama sabırla dayımı dinledim. Sonunda dayım konuşmayı bitirdi, valize gitti. Beril'e neredeyse on yıl yetecek kıyafet ve ayakkabıyı almışlar. Bende hayal kurmaya başladım, bana alınanları odamda nereye koyacağımı. Beklenen an geldi, dayım "Al bakalım şampiyon," dedi, elinde peluş bir kedi tutarak. "Ben seni en son gördüğümde çok küçüktün, bilemedik ki bu kadar büyüdüğünü," dedi ve Beril'in yanına gitti. Aldım peluş kediyi, koşarak odama gittim. Odanın en güzel yerine koydum. Gülümseyerek, kısık sesle "Şampiyon," dedim kediye, "Senin adın bundan sonra Şampiyon." Sonra dayımlar gitti.
Ben de salonda oturdum, ders çalışıyorum. O sırada dizlerinin üstünde Beril içeri girdi, neredeyse iki yıl sonra ilk defa onu yalnız görüyordum. Biliyorum size çok saçma gelecek ama yemin ederim bu oldu. Beril televizyon ünitesine tırmanmaya başladı. Telefonu aldığı gibi yere attı. Ben de şaşkınlıkla izliyorum çünkü bu imkansızdı, nasıl oldu anlamadım. Sonra güzelce indi, poposunun üzerine hafif bir oturuş yaptı, bağıra bağıra ağlamaya başladı. Annem koşarak içerden geldi. "Teşekkür ederim oğlum, yarım saat uyuyayım dedim, kardeşinle ilgileneceğin yerde onu ağlatıyor musun, dayının aldığı telefonu da kırmışsın, cezalısın, bir hafta odandan dışarı çıkmayacaksın," dedi. İki yılın ardından annemle olan en uzun iletişimim buydu, yine azar işitmiştim ama olsun, annemler beni fark etmişti. Ben de odama gidip daha çok ders çalışmaya başladım, artık beni fark ediyorlar düşüncesiyle.
Okulların açılmasına az kala okul ihtiyaçlarımız alınacak. Alışverişe çıktık, ayakkabımda fena durumda, dikişleri çıkmış. Bir ayakkabıcıya gittik, hayatım boyunca Nike dışında ayakkabıya ayağını sokmayan bana bir anda hiç duymadığım uyduruk markalı ayakkabıları denetiyorlar. Çok üzüldüğümü gören annem, "Biraz da Nike'ye bakalım," dedi. Babam, "Beril'in masrafları çok fazla, alamayız," dedi. Annem babama o kadar güzel baktı ki babam bana Nike almak zorunda kaldı. İki yılın ardından bu kadar mutlu olduğum bir günü hatırlamıyorum. İçimdeki umut her geçen gün artıyordu.
Okulda yalnız başıma dolanırken, okulun en kabadayı çocuğu Mert yanıma geldi, "Ooo ezik, yeni ayakkabıların hayırlı olsun," dedi. Üstüne basmaya çalıştı, o sırada annemin o güzel bakışı aklıma geldi ve içimdeki canavarı saldım. Kaldırdığı ayağını bir tekme ile savurdum, boğuşmaya başladık. En sevdiğim öğretmenim Sefer Hoca bahçede nöbetçiymiş, tuttu ikimizi de kulaklarımızdan müdürün odasına çıkardı. Müdür, Mert'e "Okulumuzun en başarılı öğrencisini mi dövdün, ahlaksız," diye bağırdı. Sefer araya girdi, "Hayır hocam, Mert dayak yiyordu," dedi. Mert heyecanla, "Evet hocam, o beni dövdü," dedi. Ben de sustum, keriz gibi etrafıma bakınıyorum, ilk defa başıma böyle bir şey gelmiş, anlamadım ne olduğunu. Ailelerimizi çağırdılar, müdür önce beni aileme övdü, çok mutlu olmuştum ama sonra sağ olsun gömdü. Okuldan arabayla eve giderken annem ve babam benimle güzel bir konuşma yaptılar, ilk defa benimle ilgileniyorlardı, bu o kadar hoşuma gitmişti ki. Kendimi kötülük yapmaya verdim, ilk işim tek arkadaşım Bülent Amca'yla muhabbetimi kesmekti çünkü o beni iyiliğe teşvik ediyordu. Sonra test kitaplarımı yaktım. Artık ben bir "Bad Boy" olmuştum. Ayda bir kere ailemi okula çağırıyorlardı, yılda bir kez de okul değiştirme cezası alıyordum. Ailem profesyonel bir yardıma ihtiyacım olduğunu düşünmeye başladı.
Beril artık büyümüştü, ailemin bütün ilgisi üzerimdeydi. Beril'e olan nefretim eskisi gibi yoktu artık, ne de olsa o benim kanımdandı, benim kardeşimdi, aynı rahmi, aynı evi ve aynı ebeveynleri kullandık. Ama ne yapayım, bir kere karanlık tarafa geçtim. Karanlık tarafın gücünü hissettim, artık geri döneceğimi zannetmiyorum, Psikolog Bey...
Otobüsün titreyen camı, kafamı sarsıyor olsa bile, kafamı bir yere yaslamam gerekiyordu; dik tutamayacak kadar yorgundum. Sürekli burnumu çekmekten utandığım için nadir aralıklarla yapıyordum. İnsanları rahatsız etmekten ve rahatsız edilmekten hiç hoşlanmam, bu konuda empatim kuvvetlidir. Sağ elimle yanağımdan akan gözyaşlarını siliyordum. Yol boyu durmamıştı gözyaşlarım. Yolculuğun dördüncü saatinde ter içinde uyandım. Hep böyle olurdu, bana. Yolculuklarda uyuyabilen insanlara çok imreniyorum. Güneş yeni doğuyordu. Ben de doğduğum ilçeyi ağaçlarından, yollarından tanımıştım. İlçe otogarına kırk dakika kalmıştı; yolculuğun en uzun sürdüğü dakikalardaydım. O yol bitmesin istedim. Bu düşünce, “biterse bitsin, bu araf durumundan hiç hoşlanmadım” düşüncesiyle yerini değiştiriyordu zaman zaman. İçimdeki korku tekrar kaplayınca bedenimi, yine bitmesin istiyordum.
Kuzenim eski kırmızı arabasıyla gelmişti otogara. İner inmez sarıldı bana, hiçbir şey söylemedi. Bavulum yoktu, sırt çantasıyla gelmiştim. Buralarda çok durmaya niyetim yoktu. Arabayla köye yaklaştıkça inek boku kokusu giderek artıyordu. Üstüm başım böyle kokacak diye düşündüm. Sanırım şu an dert etmem gereken en son konu buydu.
Eve uğramadan direkt köyün camisine gittik. Köydeki en lüks şey bu camiydi. 150 kişinin yaşadığı, cemaatinin sadece cuma günleri dört kişiyi geçmediği bir köy için oldukça büyük bir camiydi. Bir keresinde bayram namazında girmiştim içine. Bu ikinci gelişimdi. Ben gelmeden çoktan gasilhaneye almışlardı annemi. Annemi son kez görmek istediğimi söyledim. Gassal kadın bunun mümkün olmadığını söyledi. Kadının suratı sapsarıydı. Benimle muhatap olmaktan çok rahatsız gibiydi. Ben biraz ısrar edince imam geldi. Bir kadını gasilhanede görmenin caiz olmadığını söyledi. “Örtsün o zaman üstünü, yüzünü göreyim,” diye ısrar ettim. Annemin tüm vücudunun yandığını, onu görmek istemeyeceğimi söyledi sertçe. Ulan, bu böyle mi söylenirdi? Annemin nasıl öldüğünü duymuştum ama tüm vücudu nasıl yanabilirdi? Cenaze esnasında hiç ağlamadım. Baba tarafım cenazeye gelmemişti. Cenaze sonrası dayımı kenara çekip nasıl bütün vücudunun yandığını sordum. Asla cevap vermedi, hatta kafasını kaldırıp yüzüme bile bakamadı. Kuzenim girdi koluma, bindik arabaya, köyün bir tepesine çıktık.
Cümleleri tam hatırlamıyorum ama aramızda şöyle bir konuşma geçti:
“Nasıl olur ya? Nasıl bütün vücudu yanmış olabilir?”
“Kardeşim, hayat bu; insanın başına ne geleceğini kimse bilemez ki.”
“Hayat mı? Hangi hayatta insanların bütün vücudu yanıyor, Erman? Yangında mı kaldı diyorum, hayır diyorsun. Öyle mi oldu, böyle mi oldu diyorum, bir cevap vermiyorsun.”
“Bak kardeş, fazla sorgulama. Bunları düşündükçe sen de mutlu olamayacaksın, kimse de mutlu olmayacak.”
Bunları söyledikten sonra arabaya yürüdü. Bir süre uzaklara baktıktan sonra ben de yanına gittim. Köye dönene kadar hiç konuşmadık. Aslında çok daha uzun kaldık tepede ama benim aklımda kalanlar bu kadarıydı. O gün su bile içemedim. Zaten kimse de “aç mısın” diye sormamıştı. Erman eve gitmemde ısrarcıydı. “Bu gece bizde kal,” diyordu. Bu sefer ısrarına boyun eğmedim. O da benimle geldi. Saat çok geç olmadan uyudum. Zaten geçen gece hiç uyumamıştım ve o gün benim için oldukça zordu. Gecenin bir saatinde demir kapının kapanma sesiyle uyandım. Kalkıp bakmak çok zor geldi. Yatağımın yanındaki pencerenin perdesini kaldırıp dışarıya baktım. Erman dışarıda bir adamla konuşuyordu. Adamın sırtı dönüktü, kim olduğunu çıkaramadım. Sesleri çok boğuk geliyordu, ne olduğunu anlayamadım. Perdeyi çekip geri yattım. Sabah uyandığımda Erman evde yoktu. Annemin odasına gittim. Üstünkörü eşyalarına baktım. Bir tuhaflık yok gibiydi. Mutfaktan bir somun ekmek aldım. Islatıp annemin tavuklarına verdim. Artık tavuklara kimsenin yem vermeyeceği fikri beni tekrar ağlattı. Utandım ağlamaktan, banyoya gittim. Yüzümü yıkarken aynada kendimi gördüm; utanmam daha da arttı. Yüzümü yıkayıp çıktım.
Sigaram bitmişti. Köyün bakkalına gittim. Artık büyümüştüm, kimseden sigara içtiğimi saklamak zorunda değildim. Bakkala girdim, Ali abi yoktu, karısı bakıyordu. Winston Blue istediğimi söyledim. Kadın olmadığını söyledi.
“Yenge, ne varsa ver ya.”
“Bizde sigara yok.”
“Arkan sigara dolu ya yenge, şaka mı yapıyorsun? Ver birini.”
“Kocam birazdan gelecek, başıma bela olma, çık git. Sigara falan yok bizde.”
Neden böyle davrandığını anlamadım. Herhalde onun gözünde büyümemiştim daha, sigara içmemi mi engellemeye çalışıyordu bilmiyorum. Ama sanmıyorum, bizim köyün insanı para için böbreğini bile satar.
Erman’ı arasam, o bana sigara getirirdi. Onu aramak istemedim. Onun yanımda olması bana daha büyük yük gibi hissettiriyordu. Eve dönerken ova yolundan gitmeye karar verdim. Biraz yürüdükten sonra bir ağacın altına oturdum. Çocukken Dayım’a özenirdik Erman’la. Dayım tütün içerdi, kendisi sarardı tütününü. Biz de kâğıdın arasına Annemin kuruttuğu kekiklerden sarar, dumanını çeker öksürürdük. Bu anılar aklıma geldikçe sigara isteğim giderek artıyordu. Biraz daha yürüdüm. Çalıların arasından bir koku geliyordu. Pis bir koku değildi ama güzel de değildi. Çok yoğun bir kokuydu, tanıdık bir koku değildi. Kokunun geldiği yere doğru gittim. Kenevire benzeyen yabani bir bitkiydi. Daha önce kenevir görmüştüm, bu kenevir değildi. Yabani bitkinin çiçeğinden biraz koparıp yanıma aldım. “Acaba bu içilir mi?” diye düşündüm. Sonuçta binbir çeşit kenevir türü vardı. Ovanın toprak yolunda bir araba geldi. İçinden İlhan amca indi. Uzun uzun bana baktı. Selam verdim ama o bana selam vermedi. “Yaşlandı, artık gözü uzaktan beni seçemedi herhalde,” diye düşündüm. İlhan abi gitti, ben de eve yürümeye devam ettim.
Erman, hava kararmaya yakın geldi yanıma. Sigara istemiştim ondan. Üç paket bıraktı. Onların evine gelmem için ısrar etti. Ben de kabul etmemekte ısrarcıydım. Erman biraz kızdı bana ama yine de yanımda kaldı. Eskisi gibi sohbet edemiyorduk. Çocukken en yakın arkadaşımdı, kardeş gibi büyüdük; yaşımız da çok yakın olduğu için hep beraber oynardık. Sonra lisede Erman okulu bıraktı. Ben okumaya devam ettim. Üniversiteye gidince artık hiçbir şey eskisi gibi kalmadı. Yılda bir kere Annemi ziyarete gelince görüyordum. Artık dertlerimiz, uğraşlarımız çok farklıydı. Erman çok çok farklıydı, hep bir pazarlığı var gibi geliyordu bana; eski koşulsuz sevgi kalmamıştı aramızda. Belki de ben haksızlık ediyordum. Sonuçta Annemi kaybetmiştim ve o beni yalnız bırakmayan tek insandı.
Yatağımda bir sağ
a bir sola dönüyordum. Saat oldukça geç olmuştu. Evin önüne çıktım. Bir sandalye çektim. Böcekler gitsin diye ufak bir ateş yaktım. Sigara içerken aklıma sabah kopardığım ot geldi. Gerçekten içilebilir bir şey miydi? Denesem ne kaybederdim ki? Sonuçta ilk esrarı içen adam da bunu denerken hiçbir şey bilmiyordu. Paketimden bir dal sigara çıkarttım. Ucundan biraz tütünü çıkardım. Sabah bulduğum otu tırnağımla ince ince parçaladım. Sigaranın ucuna biraz koyup üstünü tütünle kapattım. Çok ağır kokuyordu ama bu koku rahatsız etmiyordu. Sigaramı yaktım, birkaç duman aldım. Boğazımda çok kötü bir tat bıraktı. Öksürüğümü tutmaya çalışsam da epey kötüydü tadı. Ben de sigarayı ve elimdeki diğer otları önümde yanan ateşe attım. Ot biraz yaş olduğu için epey duman çıkarmıştı. Bir anda ortalıkta böcek kalmadı. O sırada dumanı fark etmiş olacaklar ki, iki kişi evin önünden geçerken uzun uzun bana baktı. Derin derin nefes alıyorlardı, sanki dumanın nedenini anlamaya çalışıyorlardı. Kim olduklarını anlamadım; karanlıktaydılar. Kesin tanıyordumdur da görememiştim yani, köy burası sonuçta herkes birbirini tanır. Çok geçmeden ateş söndü. Suat amca geldi arabasıyla. Araba sesini duyan Erman uyanıp yanımıza geldi.
“Başın sağ olsun.”
“Sağ ol abi. Sende bana ait bir şey olabilir mi kardeş?”
Erman lafa girer:
“Ne diyorsun abi, biz senin elinde büyüdük, olur mu öyle şey?”
“Ben bilmem, sende bana ait bir şey varmış. Herkes öyle söylüyor.”
“Abi saçmalama, insanlar konuşur. Sen bakıyorsun onlara.”
Hiç ağzımı açmadım. Sabah ova yolundan aldığım şeyden bahsettiğini çok sonra anladım. Erman sağ olsun, Suat amcayı gönderdi.
“Bak kuzen, sen artık şehirlisin. Buralarda fazla kalma, çok göze batıyorsun. Bu insanlar alıştıkları ortamın bozulmasını sevmezler.”
“Ben çok mu meraklıyım s*ktiğimin köyüne? Anlamadığım bir şeyler var, şunları çözeyim, s*ktir olup gideceğim.”
“Bak, bu insanların düzenini bozma, üzülen sen olursun. Hadi eyvallah,” dedi ve ayağa kalktı. Ateşin oradan geçerken bir süre ateşin dumanını solumaya çalıştı. Ateşin küllerine kitlendikten sonra kendi evine gitti.
Sabah, dayımın sesiyle uyandım. Çantamı toplamamı söyledi ve otogara doğru gittik. Bilet sırasına girdik; gideceğim şehre ilk otobüs yarındı. Bir gece daha bu köyde kalacaktım.
O gün dayım benim yanımdan hiç ayrılmadı, eve gitmeme müsade etmedi; onların evinde kaldım. Gece tam uykuya dalarken yine kapı sesini duydum. Zaten uyku tutmamıştı, kalktım ve kim olduğuna baktım. Tüm ev ahalisi bir yere gidiyordu. Arkalarından takip etmeye karar verdim. Ova yoluna doğru ilerledik. Epey önden yürüyorlardı. İleride yanan büyük bir ateş gördüm. Tüm köylüler ateşin etrafında toplanmış ve dumanı soluyordu. Bir çeşit ritüele benziyordu. Bağıranlar, ağlayanlar, herkes oradaydı. Köy bakkalının karısı ateşin cazibesine dayanamayıp kendini ateşe attı. Korkmam gerekiyordu ama olanlara anlam verme çabasını çoktan bırakmıştım. Ateşin yanına doğru gittim. Güzel olmayan bu koku beni kendisine çekiyordu. O sırada arkamdan birisi itti. Tüm vücudum yanarken hiç acı çekmiyordum. Gülümsedim.
Ali Efe Benli
Aydın
2024
Kahraman için en yakın arkadaşım diyebiliriz. Çok sevdiğim için değil, çok iyi anlaştığımızdan da değil. Oturduğum yerde başka düzgün insan bulunmadığından. İzmir’in en tehlikeli mahallelerinden birisinde oturuyorum. Küçükken o serseri ağabeylerime özenirdim, büyüyünce onlar gibi olacağım derdim. Şimdi on beş yaşına geldim. Ergenliğe girdiğimden beri onlar gibi olmamak içindi tüm mücadelem. Kahraman da benim gibiydi, asla onlara benzemek istemiyordu. Benim ailem Kahraman’ın ailesine göre daha düzgündü. Kahraman’ın abileri, kuzenleri, dayıları her türlü pis işi yapıyorlardı. Onun işi daha zordu benimkinden. Tüm bunlara rağmen iki yabancıydık oturduğumuz mahallede. En yakın zamanda da kendimizi ait hissetmek istediğimiz bir yere taşınmanın hayalini kurardık.
Mahallede geç saatlere kadar gezinip, birbirimize okuduklarımızı, izlediklerimizi anlatırdık. Genellikle ben konuşurdum, Kahraman dinlerdi. Mahallemizde o kadar çok serseri olmasına rağmen korkmazdık hiç birinden. Madde kullananlar bile bize saygı duyardı. İlk başlarda anlayamıyordum. Görünce yolumu değiştireceğim kişiler Kahraman’a selam veriyordu. Sonradan anladım, benim de onun ailesi kadar karanlık bir ailem olsa herkes bana saygı gösterirdi. Kim bilir neler görmüştü küçüklüğünden bu yana. Mahallede olan her olaydan haberi olurdu. Mahallede devriye gezen polisler bile Kahraman’a selam verirdi. Çoğunuzun "yok artık" dediğini duyar gibiyim. Basit bir memur için oldukça iyi bir para sağlıyordu Kahraman’ın ailesi polislere. Benim için insanlar oldukça garip. Kimisi güce tapıyor, kimisi cesarete, kimisi çıkarları için saygı duyuyor, kimisi de paraya.
Ailesi dışında Kahraman’ın anlatılacak pek bir olayı yoktur. Aynı okulda olmamıza rağmen okulda pek görüşmezdik. Sınavlarımız olmadığı zamanlar okuldan döndükten sonra, gün batımına doğru çıkar gece yarısı dönerdik eve. Yine bir akşam evlere dağıldık, o gece bir farklılık yoktu her zamanki gecelerdendi. Sabah okula giderken Kahraman’ı göremedim. Hasta falan da değildi. Devamsızlık yapan birisi değildi. Okulu ailesinden kaçış için kullanıyordu. Kendisini okula ait hissediyordu. Son derse kadar gözlerim Kahraman’ı aradı. Mahalleye döndükten sonra öğrendim neden gelmediğini. Amcası, ağabeyi, babası ve annesi ölmüş. Çok da şaşırmamıştım, böyle pis işlere bulaşanların sonu ya toprak olur ya da hapis. Ölenlerin ardından sevinmek adetim değildir ama bu sefer üzülmedim de. Kahraman benim için değerliydi, onun için evlerini ziyaret etmeye karar verdim. İlk kez gidecektim evlerine. Büyük tahta bir kapısı vardı. Kapıdan içeri girince büyük bir avlu karşılıyordu. Avlu birkaç tane eve açılıyordu. Sonradan öğrendim, tüm aile aynı yerde yaşıyormuş ama her birinin evi farklıymış. Kahraman her zamanki gibi sessizdi ama üzgün olduğu her halinden belli oluyordu. Yanına oturdum, elimi omzuna koydum. Birkaç dakika sessizce oturduk. Ölüm sessizliği dedikleri buydu galiba. Hiçbir şey söylemeyince ben de başsağlığı dileyip kalktım. Sonra bir daha Kahraman’ı görmedim. Böyle bir mahallede dedikodular hızlı yayılırdı. Hele Kahraman’ın ailesi gibi tehlikeli ve meşhur bir aile olunca her şeyi duyuyorduk. Kahraman’ı Çocuk Esirgeme Kurumu’na götürmüşler. Polis hala katilleri arıyormuş. O ailenin evine girip herkesi yatağında öldürüp kimseye görünmemeleri çok ilginç geldi bana. Mahallemizde böyle olaylar olurdu ama katil bir kaç güne bulunurdu. Kahraman için iyi oldu, arada görüşüyoruz. Halinden çok memnun, hep istediği olaylardan uzak hayata kavuştu. En iyisi de mahalleden kurtuldu sonunda. Bense Kahraman’dan sonra asla geceleri dışarı çıkamadım. Eskisi kadar güvende hissetmiyorum. Kahraman kurtuluş biletini kendi kesmişti.
Ali Efe Benli
2016
### Kameralı Adam Üzerine
Film, 1929 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde geçiyor. Günümüz sinemasından ve geleneksel dramaturjiden oldukça farklı olan bu tarz filmleri anlamak için yönetmenin düşünce yapısını kavramak gerektiğini düşünüyorum. Yönetmen Vertov, o dönem Rus İmparatorluğu'na bağlı olan ve şu an Polonya'nın Bialystok şehri olarak bilinen yerde 1896 yılında doğdu. Lisede müzik eğitimi alan Vertov, 1915'te psiko-nöroloji eğitimi aldı ve fütüristik ile avant-garde gruplarda yer aldı. 1918 yılında yazar Mikhail Koltsov'un isteğiyle Moskova Film Akademisi'ne katıldı ve belgesel bölümü sekreterliğine getirildi. Bu sırada Dziga Vertov adını aldı.
Vertov, kameranın işlevini sadece görüntüyü kopyalamakla sınırlı görmeyip, gözün güçsüzlüğünü aşmak için kullanılması gereken bir araç olarak tanımlamıştır. Vertov'un bir de "Kinoglaz Manifestosu" adında bir manifestosu vardır. Bu manifesto, mizansen olmadan, oyuncu kullanmadan yalnızca insan gözünün gördüğü şeyleri kaydetmeyi amaçlayan bir kuramdır ve Mikhail Kaufman ile Elizaveta Svilosa tarafından geliştirilmiştir.
#### Kinoglaz Manifestosu:
1. Drama halkın afyonudur.
2. Kahrolsun beyaz perdenin ölümsüz kralları ve kraliçeleri. Yaşasın sıradan, günlük işlerin başındaki ölümlü insanlar!
3. Kahrolsun burjuva senaryoları!
4. Drama, kapitalistlerin elinde ölümcül bir silahtır. Biz bu silahla devrimci günlük yaşamımızı sergileyerek silahı düşmanımızın elinden alacağız!
5. Modern drama, eski dünyanın bir artığıdır ve devrimci gerçeğimizi eski şekillere sokma çabasıdır.
6. Kahrolsun günlük yaşamımızın tiyatroda sahnelenmesi. Bizi olduğumuz yerde yakalayıp çekin!
7. Senaryo, üzerinde uydurulmuş bir masaldır. Biz kendi yaşamımızı yaşarken üzerimize biçilen görüntülere boyun eğmeyeceğiz!
8. Herkes kendi işini yapsın, başkasının işini engellemesin! Sinemacının işi, bizi işimizi engellemeyecek şekilde çekmektir.
9. Yaşasın proletaryanın devrimci sine-gözü!
Vertov, Ekim Devrimi'nden sonra bu kuramı sosyalist Bolşevik iktidarını halka anlatmak amacıyla kullanmıştır. Filmleri, bir trende gösterilerek tüm ülkenin dört bir yanını dolaşmıştır. Vertov, birbiriyle bağımsız stok görüntüleri montaj tekniğini kullanarak bir araya getirir ve ifade ettiği şey bambaşka bir şey olur. Bu yöntemleri barındıran "Samsara" adlı filmi izlemenizi tavsiye ederim; "Kameralı Adam" bu filmin atası sayılabilir.
1929 yılının Sovyet Rusyası'nı oldukça güzel fakat pozitif yönlerini daha fazla anlatan film, izlerken adeta o yıllara yolculuk yapmamızı sağlıyor. O dönem çekilen çoğu film gibi, makineleşme ve şehirleşme gibi temaları kullanan film, Sovyetlerin de kapitalist devletlerden geri kalmadığını göstermektedir. Aslında propaganda amacıyla çekilmiş bir belgesel olsa da, uzun metraj bir video art gibi oldukça güzel ve deneysel sahneler barındırıyor. Sinematik orkestranın hazırladığı eşsiz müzikler de eklenince, adeta bir seyirlik şölen haline geliyor. Bazen propagandanın tadını kaçırsa da oldukça güzel bir film. "Tadını kaçırıyor" derken gerçekten göze parmak sokar gibi Bolşeviklerin icraatlarını gösteriyor.
Bakın şehirlerimiz ne kadar güzel.
Bakın bakın, ulaşım için kullandığımız tramvaylar ve arabalarımız var.
Bakın bakın, gelişmiş sanayi araçları kullanıyoruz.
Bakın bakın, bürokratik işler ne kadar hızlı ilerliyor.
Bakın bakın, sağlık sistemimiz ne kadar güzel.
İtfaiyelerimiz ne kadar modern ve teknolojik.
Sinema tarihinin önemli mihenk taşlarından biri olan filmin görsel efekt tekniklerine olan katkısına değinmeden geçmemeliyim. Hepimizin az çok aşina olduğu bu tekniklerin atası olarak bu filmi gösterebiliriz:
1. Jump cut: 30. dakika
2. Stop motion: 45. dakika ve 59.30
3. Double exposure (çift pozlama): 19.45, 28. dakika ve 59, 1.01.42
4. Freeze frame: 1.01
5. Reverse: 45. dakika ve 56
Aslında sahnelerin bazıları oldukça korkunç geldi. Arkasına başka bir müzik koyup izlesek, yürekleri ağza getiren sahneler barındırıyor. "Kameralı Adam"ın arabada çekim yaparken sıfır iş güvenliğiyle çalışması da yürekleri ağza getiren sahnelerden biriydi.
Pudovkin, Kuleshov, Eisenstein ve Vertov gibi Moskova Film Akademisi çevresinde toplanan isimler, bugünkü sinemanın bu hale gelmesini sağlayan dünya sinemasının en önemli isimlerinden birkaçıdır. Onlar arasında güzel bir konumda yaşamaya devam ediyorlar.
**YAŞASIN PROLETARYANIN DEVRİMCİ SİNE-GÖZÜ!**
Ali Efe Benli
Ankara 2018
Bir distopik öykü sever olarak, bu film benim sevdiğim tür sinemanın ilk uzun metraj örneği olmasından dolayı çok önemsediğim bir filmdir. Günümüz sinemasına oranla ağır işleyen bir temposu olmasına rağmen, bir macera filmi özelliğiyle sonuna kadar izlettirmeyi başarıyor.
Sinemanın icat edildiği yıldan kısa bir süre sonra bu kadar etkili bir sanat haline gelmesi beni bu filmde en çok şaşırtan şey oldu. 1927 yılında, biz daha cumhuriyetimizi yeni kurmuşken, adamların bu denli büyük prodüksiyonla sanat yapması, Alman halkının sanata ne kadar değer verdiğini gösteriyor bence. Sonuçta 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmışsın ve daha yeni bir teknoloji olan sinemaya 7.000.000 Reichsmark (200 milyon dolar) bütçe ayırıyorsun. Günümüz filmleriyle aşağı yukarı aynı bütçeye sahip olan bu film, günümüz filmlerine nazaran büyük mesajlar ve derin bir öykü anlatıyor.
İtiraf etmem gerekirse, filmin ilk bölümünde; zorlu çalışma koşulları ve kapitalizmin bu denli fazla yaşandığı, işçilerin adeta robotlaştığı bir ortamda işçilerin ayaklanacağını, sosyalist bir mesaj vereceğini ve hatta Freder karakterinin babasına karşı işçilerden yana olup bir devrim başlatacağını düşünerek Freder karakterini adeta Friedrich Engels ile özdeşleştirdim. Ancak filmin son bölümünde olayın aslında çok farklı bir mesajı olduğunu anladım. İşçilerin ayaklanması, çok da hayırlı bir olayı meydana getirmiyor. Filmin bana verdiği mesajın özeti; “Eller ile aklın arabulucusu kalptir.” Yani işçiler ve patronlar ortak bir yolda buluşmalı, ne patronlar işçileri zalimce çalıştırmalı ne de işçiler patronları olmadan hareket etmeli.
Filmdeki dini tema; aslında çok klasik Hristiyan temalarından oluşuyordu: 7 başlı ejderha ve Babil kadını, 7 büyük günah, Mesih (arabulucu)... Dinin filmdeki görevi, işçileri avutmak ve arabulucuyu (Mesih'i) beklemelerini tavsiye etmek gibi düşündüm. Hatta işçilerin şehri harabe haline getirmesini sağlayanın şeytan ve Babil kadını olması gibi dini temalar da filmin temelinde bulunuyor.
Bugünden tam 92 yıl önce çekilmiş bir film olması, dekorların ve sahne tasarımının, işçilerin zorlu yaşamının aktarılması ve hatta 1. Dünya Savaşı bittikten sonra çekildiği göz önünde bulundurulursa, bu film gerçekten dünya sinema tarihinin en önemli eserlerinden bir tanesidir.
Havalimanından şehre gelene kadar büyülenmiş bir şekilde sokakları izliyordu. Otobüsten indikten sonra rastgele sokaklarda dolaşmaya başladı. Tuna Nehri'ni gördüğü ilk anda buraya aşık oldu. Saat dört buçuk civarındayken hava kararmaya başlamış, serinlik hissediliyordu.
İnternetten rezervasyon yaptırdığı hostelin kapısından içeri girdi. Lobi, adeta bir vize şirketi reklamı gibiydi; gitar çalan gençler, ders çalışanlar, flörtleşenler, yemek yiyenler… Eşyalarını dolabına yerleştirdikten sonra tekrar dışarı çıkmaya karar verdi. İlhan, sıkıca giyindi. Parası sadece hostelde kalmaya yetiyordu ve oda arkadaşlarını rahatsız etmemek için elinden geleni yapıyordu. Kaldığı hostelde tek Türk kendisiydi; genellikle Çinlilerin, Brezilyalıların ve Pakistanlıların kaldığı bir yerdi. Elte Üniversitesi’nin düzenlediği bir konferansa katılmak için gelmişti bu şehre.
Budapeşte’nin gece hayatını çok merak ediyordu. Yahudi Mahallesi’ne doğru yola çıktı. Uzun bir yürüyüşün ardından barlar sokağına ulaştı ve içlerinden en kalabalık olanını seçip içeri girdi. Kanındaki alkol arttıkça çevresindeki insanlar da çoğalmıştı. İçlerinden bir kız, aklını başından aldı. Bir süre uzaktan bakıştıktan sonra, kız ilk cümleyi kurdu. Dil bariyeri ve yüksek müzik sesi yüzünden iletişim kurmak zordu; kelimeler yerini beden diline bırakmıştı.
Saat gece üç civarındaydı. Kaldığı yere doğru hızlı adımlarla gidiyordu. Karnının çok aç olduğunu hissetti ve Star Döner Kebab tabelasını gördü. Etrafta açık başka bir yer gözükmüyordu. Türkiye’den gelip burada döner yemek onun için vizyonsuz bir hareketti ama başka bir şansı yok gibiydi.
İlhan, ter içinde uyandı. Saat öğleyi çoktan geçmişti. Yatağından kalktığında odasındaki herkes uyumaya devam ediyordu. Ranzasının altında kalan adam kuru kuru öksürüyordu. Tuvalete gitti, elini yüzünü yıkadı. Aynadan duşakabinleri rahatça görebiliyordu. "Burada ben yıkanmam," diye geçirdi içinden. Aniden midesinin bulandığını hissetti ve klozete son anda yetişti. Dün gece yediği döner, hatta havalimanında yediği burger bile dışarı çıkmıştı. Elini yüzünü yıkadı; "Galiba dönerden zehirlendim," diye düşündü. Kendini toparlayıp şehri turlamaya çıktı.
Gece tanıştığı kız aklına geldi. İsmini bilmiyordu, telefonunu almamıştı. Sadece öpüştüklerini ve sonrasında kızı bir daha görmediğini anımsıyordu. Sağ bacağının ağrıdığını hissetmeye başladı; yürümekte zorlanıyordu.
Güneş batmıştı. Saçını yapmak için tuvalete gitti. Bugün tekrar Yahudi Mahallesi’ne gidip kızı arayacaktı. Aynadan kendisine baktı; sağ gözü kan çanağına dönmüştü. Aynaya iyice bakıp gözünü inceledi. "Zehirlendiğim için oldu," diye düşündü. Bacağındaki ağrı daha lokal bir hale gelmişti.
Yahudi Mahallesi’nde girmediği sokak kalmadı ama dün gece gördüğü kimseyi bulamadı. Umutsuzca hostele döndü. Yatağına yattı; altındaki adam hala öksürüyordu. Diğer yataktakilerin de öksürdüğünü fark etti. "Bulaşıcı bir hastalık vardır," diye düşündü. Ağzını atkısıyla kapatıp uyumaya çalıştı; seslerden uyuyamıyordu. Kulaklığını takıp bir şeyler dinlemeye başladı.
Sabah ilk fırsatta lobide odasını değiştirmek istediğini söyleyecekti. Lobide çalışan kadın, İlhan’ı görünce ayağa kalktı. İyi olup olmadığını sordu ve gidebileceği hastanenin konumunu söyledi. İlhan aynaya koştu; iki gözü de kıpkırmızı olmuştu. Bacağındaki ağrıyı hissetti. Eşofmanını sıyırdığında bacağında su toplamış yaralar vardı. O sırada tuvalet kabinlerinden kusma sesleri gelmeye başladı. Hastaneye gitmek üzere hostelden çıktı.
Parlamento binasından yukarıya yürürken köşede o gece gördüğü kızı gördü. Hızlıca ona doğru yürüdü. Kız, İlhan’ı görünce korkudan çığlık attı. Herkes o tarafa bakmaya başladı. Kapüşonunu başına takıp koşarak uzaklaştı.
Hostele vardığında gördükleri karşısında şok oldu. Lobide herkes yerlerde sürünüyor ve kan kusuyorlardı. Tuna Nehri’ne kadar koştu. Nehir, akış hareketini değiştirmişti; yatay bir şekilde kıyıya vuruyordu. Etraftaki binalara kadar yükseliyordu dalgalar. Buda tarafına bir akış yoktu, sadece Peşte tarafında gitmeye çalışıyordu. Erzsébet Bridge’in önünde dalgalar bir motorlu kuryeyi yuttu. Motor yan devrilip sürüklenmeye başladı. İlhan’ın önünde durdu. İlhan motoru kaldırıp bindi. Adeta hipnoz olmuş gibi motoru Parlamento binasına doğru sürmeye başladı. Sovyet kahramanları anıtının üstündeki orak çekiçin olması gereken yerde aşırı parlak bir ışık vardı. Yıllar önce bu anıtı koyanlar, içerisine o dönemde geliştirdikleri en güçlü nükleer başlığı koymuşlardı. Bu nükleer güç, tüm şehri zehirlemişti. Budapeşte’nin üzerinden uçan kuşlar ölüp yere düşüyordu. Başlık neden yıllar sonra harekete geçmişti, kimse bilmiyordu. İlhan motorla oradan uzaklaşmak istedi.
İlk gece tanıştığı arkadaş grubunu gördü ve onlara durumu izah etmeye çalıştı. İçlerindeki biri nükleer enerji çalışan bir yüksek lisans öğrencisiydi. Bir plan hazırladı. Herkes hasta olduğu için düşünmek ve hareket etmek çok zordu. Yaşlılar çoktan ölmüştü, evcil hayvanlar dayanamıyordu.
Ekip, bulabildikleri ulaşım araçlarını topladı; herkes yangın tüpü toplayacaktı. Bir buçuk saat sonra herkes meydanda toplandı ve aynı anda nükleer başlığa püskürtmeye başladılar. Biraz soğuyordu fakat yeterli olmuyordu.
İlhan’ın aklına bir fikir geldi. Tuna Nehri’nin kenarındaki gemi halatlarından birini aldı ve anıta bağladı. Sıcaktan teni yanıyordu. Hastalığı artıyordu ama kahraman olmayı aklına koymuştu. Halatı etrafa serdi ve bir belediye otobüsünün çeki demirine bağladılar. İlhan gaz verip Tuna Nehri’ne doğru sürdü otobüsü. Tam nehire düşerken otobüsten atladı. Otobüs önce nehire, sonra anıta ve içindeki nükleer başlığa düştü. Suya düşen başlık, Tuna Nehri’ndeki suları buharlaştırdı ve etrafta inanılmaz güzel bir gökkuşağı oluştu. Gökkuşağının altında İlhan yerde yatıyordu. İlk gece tanıştığı kız çok halsizdi ve yaralıydı ama yine de İlhan’a doğru koştu. Yerde yatan adama sarıldı. İlhan gözlerini açtığında cennette olduğunu hissetti. Gökkuşağının altında öpüşmeye başladılar.
Ali Efe Benli
Budapeşte 2024
Chaplin, tüm dünyada sevilen bir sanatçıydı. Hatta hayran olduğumuz birçok kişi de Şarlo’ya hayranlık duyuyordu. Bunlardan biri de Nazım Hikmet’ti. 1961 yılında Sovyetler Birliği’nin etkisi altındaki Doğu Almanya’da geçirdiği zor günleri şöyle anlatıyordu Hikmet: “Bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da insanca yaşadım diyebilirim.” Bu sözleri yazdığı otobiyografisinde dile getirmişti. Aynı şiirde Şarlo’dan, “Şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile,” diye bahsetmişti. Nazım, yıllarca hapiste kalmasına rağmen güzel bir hayat yaşadığını anlatırken, Şarlo’ya olan hayranlığını da dile getiriyordu.
Şarlo hayranlarından biri de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Ayrıca, Şarlo’nun Türkiye’deki ilk kadın-erkek birlikteliğinde de önemli bir yeri vardır. Türkiye’deki ilk sinema salonlarından biri Cemil Filmer’in İzmir’deki Tan Sineması’dır. Oğuz Akay’ın "Beni İki Kadın Çok Sevdi" kitabındaki "Kadın-Erkek Sinemada" yazısında Atatürk’ün Şarlo’yu ne kadar çok beğendiği ve bir Şarlo filminin Türkiye’deki ilk defa gerçekleşen bir olaya tanık olmasını anlatıyor. Oğuz Akay o akşamı şöyle aktarıyor:
“Mustafa Kemal, sinemaya geleceğinin duyulmasını istememişti. Ancak, sinemaya geleceğini duyan halk onu görmek için kapıya toplanmıştı. Mustafa Kemal, zorlukla halkın arasından geçip içeri girebildi.
Paşa, ‘Dışardakileri içeri almayacak mısınız?’ diye sordu.
Cemil, ‘Rahatsız olmamanız için almadık, emrederseniz hemen alırız,’ dedi. Cemil aşağı gidip kapıları halka açtırdı. Büyük bir gürültü ile içeri koştular; ortadan bir perdem ile bölünen salonun kadınlar bir tarafına, erkekler diğer tarafına oturuyordu. Herkes perdeyi arkalarına almış, yüzlerini balkonda oturan Paşa’ya dönmüşlerdi. Durmadan alkışlıyorlardı. Paşa halka eğilip, ‘Sinema burada değil, perdede oynayacak, oraya dönün,’ dedi.
Cemil ile ben, hemen arkalarında ayakta duruyorduk. Mustafa Kemal Paşa başını arkaya çevirerek, ‘Niçin erkekler, kadınlar ayrı oturuyorlar, bunu siz mi istediniz?’ diye sordu.
‘Hayır efendim, belediye mecbur ediyormuş. Biz de garip buluyoruz ama bir şey yapamıyoruz. Emrederseniz kaldırtalım.’
Kuvvetli eller bir anda telin üstünde gerilen bezleri çıkartıp attılar. Halk bunu ürkek gözlerle seyrediyordu. Küçük bir dalgalanma oldu, bir kısım erkekler, kadınların tarafına geçti.”
Böylece ilk defa kadınlar ve erkekler bir Şarlo filminde bir araya gelmişlerdi. Medeniyete atılan adımlardan biri de bir Chaplin filminde gerçekleşti.
Atatürk, filmi izledikten sonra Cemil Bey’e şu yorumu yaptı:
Mustafa Kemal, Büyük Taarruz’un tamamlanma hazırlığından dolayı gergindi. Cemil Bey, Mustafa Kemal’e yaklaştı: “Müsaade ederseniz Şarlo’nun bir komedisini gösterelim, değişiklik olur, havayı yumuşatır,” dedi.
Mustafa Kemal Paşa, “Fena olmaz,” dedi. Film bittiğinde Paşa hâlâ gülüyordu: “Cemil, hayatımda uzun zamandan beri bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha gösterir misiniz?” dedi.
Cemil Bey, “Pek tabi Paşam, istediğiniz kadar gösterebiliriz,” diye cevapladı. Film tekrar makinaya takıldı ve aynı zevk ve neşe ile seyredildi.
Birçoğumuzun hayranlık duyduğu insanların, hayran oldukları bir sanatçıydı Chaplin. Oyunculuğuyla, senaryolarıyla, çektiği filmlerle, siyasi tutumuyla ve besteleriyle birçok kişiyi kendisine hayran eden çok yönlü bir sanatçıydı Charlie Chaplin.
**Ali Efe Benli
İzmir - 11.05.2017**
**Kaynak:**
Oğuz Akay, *Beni İki Kadın Sevdi*
Cemil Filmer, *Hatıralar*
Duvar: Bazen bir engel, bazen dış dünyadan korunmaya yarayan bir materyal. Betonlaşmanın artmasıyla duvarlar artık sıkça karşımıza çıkar oldu. Ancak bazı insanlar, dünyayı güzelleştirmeyi başarırken duvarlara da el attılar. Duvar yazılarını sever misiniz? Ben çok severim, insanların dertlerini anlatmanın en kolay ve ucuz yoludur.
Şimdi bir sanatçı düşünelim; tüm dünyayı geziyor ve duvarlara çizdiği politik mesajlarla gündeme geliyor. Brooklyn Müzesi’ne eline sprey boya ile “savaşa hayır” yazan, kolonyal döneme ait bir asker portresi asıyor. Metropolitan Sanat Müzesi’ne gaz maskesi takmış bir kadının küçük altın çerçeveli bir portresini asıyor. İsrail tarafından örülen dev duvarların Filistin tarafına, küçük bir kız tarafından aranan bir asker grafitisi yapıyor. Resmi yaparken İsrailli askerler tarafından iki sefer uyarı atışı yapılıyor, Filistinli devriyelerce zırhlı araca alınarak kurtarılıyor. Bahsettiğim bu sıradışı sanatçının adı Banksy.
Banksy, yirmi senedir başta İngiltere olmak üzere farklı ülkelerde yaptığı çarpıcı duvar resimleriyle ünlenen bir sokak sanatçısıdır. Gerçek kimliği hakkında birçok teori bulunsa da, kim olduğu bilinmemektedir. Banksy mahlası eserlerinde kullandığı imzasıdır. “Gerilla sanatçı” olarak anılan, anarşist bir sokak sanatçısıdır. Çalışmalarında savaş karşıtı, çevreci, hayvan haklarını savunan ve tüketim çılgınlığını eleştiren mesajlar vermektedir. Banksy, yaptığı çalışmalarla sürekli gündemde olan popüler bir sanatçıdır. Hakkında yazılmış yüzlerce habere ulaşmak mümkündür.
Benim Banksy’i tanımam, "Çıkışlar Hediyelik Eşya Dükkanından" belgeselini izlememle oldu. Yönetmenliğini Banksy’nin yaptığı bu belgeseli hepinize tavsiye ediyorum. “Dünyanın ilk sokak sanatı felaket filmi” sloganıyla çıkan bu eğlenceli ve tuhaf film, çağdaş sanat dünyasının, sokak sanatının ve belgesel yapımının iç yüzünü açığa çıkarıyor. Her şey, bugüne kadar kimliğini gizlemiş, ancak Bristol ve West Bank’teki stencil adı verilen duvar baskılarıyla meşhur olan sokak sanatçısı Banksy ile başlıyor. Dünya prömiyerini Ocak ayında Sundance’te yapan filmde Banksy ile arkadaş olup onu kameraya almaya çalışan, ancak sonunda Banksy’nin kendi filminin konusu haline gelen Fransız 'belgesel yapımcısı' Terry Guetta’yı takip ediyoruz.
Banksy, dünya üzerinde yapılmayan işleri sergiliyor. Popüler kültürün içine çekilmeye çalışılsa da, ileride eserlerinin çok daha değerleneceğine eminim.
Ali Efe Benli
İzmir 2017
Öncelikle şunu belirtmeliyim, yaklaşık iki yıl öncesine kadar büyük bir önyargı ve cehaletle Fransızlardan hiç hoşlanmıyordum. Almanlar sanayide, İtalyanlar tasarımda, İngilizler de asaletleriyle meşhurken, bu Fransızlar hep bir gariplik peşinde, nerede garip sanatsal bir şey varsa, onlar orada diye düşünüyordum. Dillerinin çirkinliği ve abartılı romantizmleri de eklenince, gerçekten katlanılmaz bir toplum olarak kodlamıştım aklıma. Dört yıl önce, ailemizin başarılı göz bebeği olan kuzen
Öncelikle şunu belirtmeliyim, yaklaşık iki yıl öncesine kadar büyük bir önyargı ve cehaletle Fransızlardan hiç hoşlanmıyordum. Almanlar sanayide, İtalyanlar tasarımda, İngilizler de asaletleriyle meşhurken, bu Fransızlar hep bir gariplik peşinde, nerede garip sanatsal bir şey varsa, onlar orada diye düşünüyordum. Dillerinin çirkinliği ve abartılı romantizmleri de eklenince, gerçekten katlanılmaz bir toplum olarak kodlamıştım aklıma. Dört yıl önce, ailemizin başarılı göz bebeği olan kuzenimin bir Fransız lisesi kazanmasıyla ve bayramlarda Fransızca konuşarak şov yapması da eklenince, bu kıskançlıkla Fransız ırkçısı olmuştum.
Fakat gün geçmiyor ki bir cehaletten daha kurtulmayayım. Sanat tarihine merak saldığımdan beri, Osmanlı’nın son dönemlerinde Fransa’ya okumak için giden askerlerin ve soylu ailelerin çocuklarının ülkemiz sanatı için ne kadar önemli olduklarını ve Frankofon insanların ne kadar saygın ve entelektüel insanlar olduğunu gördüm. Gaspar Noé, Luc Besson gibi sevdiğim birkaç Fransız yönetmeni de keşfettiğimde biraz daha ısınır gibi oldum.
Film başladığında, ayrılık sahnesi oldukça etkileyiciydi. Hadi bakalım, yine güzel bir film izleyeceğim galiba dedim. Hemen arkadaşıma seslendim: “Gel birlikte izleyelim, film çok güzel gözüküyor,” dedim. Birlikte filmi izlemeye başladık. İlk birkaç bölümü merakla izledik. İlerleyen dakikalarda arkadaşım sıkıldı ve “Tarla Bitkileri” çalışırım daha iyi dedi (arkadaşım ziraat mühendisliği okuyor). Tek başıma kaldım, filmi izliyor ve bir yandan notlarımı alıyordum.
Filmle ilgili ilk düşüncem, bu filmde sanki filmcilik ruhu yok dedim. Açıklamam gerekirse; Tarantino, Hitchcock, Lucas, Tarkovsky ya da Ahmet Uluçay, Ertem Eğilmez gibi isimler kadar filmcilik aşkı olmadan çekildiğini hissettim. Tabi nasıl bir hadsizlik ki Godard gibi bir adama filmcilik aşkı yok dedim. Filmciliktense daha sanatsal bir duruşu olan, daha çok edebiyat barındıran bir film gibi hissettim. Fransız Yeni Dalganın feminist duruşunu bu filmde görebildim mi bilmiyorum fakat bir kadının yalnız başına ayaklarının üstünde durmaya çalışması, yani güçlü kadın figürünü bana gösterdi. Bir diğer tespitim de oyuncuların her birinin çok şık ve güzel insanlardan seçilmiş olmasıydı. O dönem çekilen diğer ülke sinemalarına bakarsak, Fransız oyuncular bence açık ara çok güzeller.
Şimdiye kadar verilen ödevleri heyecanla ve merakla izledim. Aslında hepsini beğenmiş olsam da, hiçbirini iyi-kötü diye ayırmadan ne yapmak istediklerini ve anlatmaya çalıştıklarını anlamaya çalıştım. İyi bir sinefil olduğumu düşünmüyorum fakat çok fazla film izlerim, film ayırt etmem. Filmcilik ruhu barındırdığını hissettiğim filmleri çok severim. Hatta kötü filmleri bile beğenmemle bilinirim arkadaş çevremde. Fakat bu filmi izlerken çok sıkıldım. Bizim sanat filmcilerimize haksızlık ettiğimi düşündüm.
Ali Efe Benli
Ankara 2018
Bu aralar ifade özgürlüğümün kısıtlandığını hissetmeye başladım. Eğer kendimi ifade edemeyeceksem konuşmamın, yazmamın amacı ne ki? Okuduklarımı istediğim gibi yorumlayamazsam, öğrendiklerimi aklıma yatan şekilde kayıt etmezsem öğrenmek neye yarar ki? Öğretmen dediğin sadece kalıplaşmış bilgileri öğrencilere yüklemek için mi var? Eğitim sisteminin içinde bulunan herkesin aynı kalıplara ve bilgilere sahip olması mı beklenir? Türkçe dersleri, yaşayan bir dilin özgürce kullanılması için midir? Yoksa kuralların çerçevesini çizerek, birkaç yazar ismi ezberleterek bir dilin yaşaması sağlanabilir mi? Şu anki okullarımızdan bir tane Leyla Erbil çıkmayacak mı? “Bir ülkenin geleceği, o ülke insanının göreceği eğitime bağlıdır,” der Albert Einstein. Madem hepimiz bu ülkeyi çok seviyoruz, geleceğini hiç mi düşünmüyoruz?
Kendisini özgür hissetmediği bir yeri bir insandan nasıl sevmesi beklenir? İnsan özgür oldukça var olur, özgür olmadığımız kurumlarda var olmamız mümkün olamaz. Her ders saatinde alınan yoklamalarda “buradayım” demenin manası nedir ki hiçbirimizin fikirleri var olmadıkça. “En büyük cezaevi cahil kafaların içidir,” der Montaigne. Bir takım insanların kabul gördüğü tartışmasız bilgilerle mi var olacak düşüncelerimiz? Bu iş böyle nereye varacak? İlkokulda öğretmenim, “Ağaç yaşken eğilir, bu bilgileri şimdi öğrenirseniz temeliniz sağlam olur,” demişti. Tüm ağaçların aynı olduğu bir habitata nasıl devam edebilir ki ekosistem? Dogmatizm üzerinden eğitim verilirse başka doğruların olup olmadığını nasıl bilebiliriz ki? Tek ihtiyacımız olan şey birazcık septisizm, birazcık da rasyonalizm.
TÜİK verilerine göre Türkiye’nin %95.78’i okur yazar. Kaçımız okuyoruz, kaçımız okuduğumuzu yorumlayabiliyoruz, en önemlisi kaçımız bir şeyler karalıyoruz? Türkiye halkı gününün beş saatini televizyon izleyerek geçirirken, sadece bir dakikasını okumaya ayırıyor. Ne kadar korkunç bir istatistik! Bu tablonun suçlusu da tabii ki dogmatik eğitim sistemidir. Her insan farklıdır: hayalleri, düşünce şekilleri, istekleri, öğrenme şekilleri… Her insan bu kadar farklıyken, hepsine aynı tarzda eğitim vermek akıl alır şey değil.
Bir ülkeyi ayakta tutanın öğretmen olması gerekir. Nereden bakarsan bak, cumhurbaşkanını da, doktorları da, sanatçıları da öğretmenler yetiştiriyor. Öğretmenlerin dahi sorgulayamadığı bir sistemde, ülkenin ayakta kalması mümkün mü?
Ali Efe Benli
İzmir 2017